13 Aralık 2017 Çarşamba

Tutunamayanlar Üzerine

Bu yazıyı hazırlarken, onlarca sahaf dolaşıp Oğuz Atay ile ilgili sayısı tükenmiş dergi ve kitapları elde etmeye çalıştım, Yıldız Ecevit'in Ben Buradayım - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası kitabını okuyunca ve yine bir sahafta çok ucuza elde edebildiğim basımı tükenmiş olan Tutunamayanlar 1997/14.baskı elime geçince sarı saman sayfalardan Selim Işık'ı tekrar okumak kaçınılmaz oldu. Atay'ın gençken marksist düşünce etrafında toplanan arkadaşlarıyla çıkardığı Pazar Postası ve Olaylar dergisinin istediğim sayılarını bulamasamda, döneminin Atay ve çevresinde toplanan yazarları ve kitaplarını da okumak kaçınılmaz oldu. Atay'ın Tutunamayan olarak tabir edebileceğim ve onu etkileyen karakterlerini de yakından tanımam gerekirdi. Bazılarını önceden okumuş olsam da, toplumun oyunlarına ve uyumuna ayak uyduramayan karakterleri analiz etmem gerektiğini hissetmiştim. Aylak Adam'dan, Oblomov'a, Kürk Mantolu Madonna'dan, Yeraltından Notlar'a ve Niteliksiz Adam'a kadar uzanan bir yol vardı.   
Hatta bununla kalmayıp kurmaca dünyadaki Selim Işık'ın Oğuz Atay'ın kendisi olduğunu (ki bunu Yıldız Ecevit olmasa asla öğrenemeyecektim) anlayınca, ona olan saygım ve tabi ki benim de bir çok insan gibi topluma ayak uyduramayaşımdan yakınıyor olmam bana Selim Işık'ı asla unutmamam gerektiğini hissettirdi. 

"Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum." (Tehlikeli Oyunlar/Hikmet Benol).

Kirli ve güzel şehrimizin oyunlarına dahil olamamak, kurduğu oyunlara katıl(a)mamak sebebiyle Atay'ın mizahi bir dille Tutunamayanlar'da Selim Işık'ın tutunamayan insanları nitelendirdiği "disconnectus erectus" tabirini bana anlamını hiç unutmamam gereken bir cümle olarak, hayatımın ikinci dersini de kişiliğim ve varlığımı nitelendirdiğini hissederek vücuduma kazıttım. (Diğer dersi Kant'tan almıştım bkz.sapere aude)


Basım Hikayesi


"TRT roman ve hikâye yarışması düzenlemişti (1970). Bu yarışmada roman dalında Oğuz Atay ödül kazanmıştı. Oldukça yoğun bir katılım vardı. Neredeyse tüm yazarlarımızın yarıştığı ödüldü. TRT o yıllarda sanatın her dalında yayın yapan nitelikli bir kurumdu. AKP iktidarı ile kurum yozlaştırıldı. Bugünkü konuma geldi! TRT yarışmasına katılanların tam listesini hiçbir zaman elde edemedim. Oğuz Atay'ın ödül aldığı haberini yarışma sonrası yayınlanan Cumhuriyet Gazetesi'nde  ödül alanların birkaçının adları yayınlandı. Onları anımsıyorum.

Oğuz Atay 'Tutunamayanlar', Melih Cevdet Anday 'Gizli Emir', Abbas Sayar 'Yılkı Atı', Mehmet Başaran 'Elif Diye Bir Türkü' bunlardı Cumhuriyet Gazetesi'nde yazılanlar. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Orhan Kemal katılmayanlar arasındaydı. Kısa haberde Oğuz Atay'ın dışındaki yazarları tanıyordum. Seçici Kurul Başkanlığı'nı Adnan Benk yapmıştı. Merak edip o gün o haftanın görevli Yazı İşleri Müdürü Çetin Özbayrak arkadaşımı aradım. Oğuz Atay'ı tanımadığımı bu romanını okumam için kendisine nasıl ulaşabileceğim konusunda yardımını istedim. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanı diğerleri gibi yayınlanmadan katılmıştı yarışmaya. “Birini gönder vereyim sana” dedi. Yardımcımı gönderdim ve Tutunamayanlar'ı bana getirdi. A4 boyutundaki tek yüzlü kağıda basılı teksirle basılmıştı. Tek yüze basıldığı için seçici kurul üyelerini ürkütmüş olmalı ki çok az kişiden beğeni aldığından ödüle uygun görülmüştü. Öncü romanı seçici kurul yeterince değerlendirebilseydi bana göre birincilik alması gerekirdi. Yenilikleri kaldıramayan kişiler seçici kurulda görev alırsa roman ya da hikâye ödülü gerçek yerini bulmazdı. Diğer ödül alanları okuduğumda Oğuz Atay'ın benzersizliği daha büyük ölçüde ortaya çıktı.

ROMAN’DA DERİN İZLER BULMUŞ GİBİ YOL ALIYORDUM
Sinan Yayınları, Ankara Caddesi üzerinde Babıali'nin tam göbeği sayılan yerde -Vilayet'in karşısında- Güncer Han'ın 3. katındaydı. Güncer Hanı'ın giriş katında üniversite yayınlarını satan bir kitapçı vardı. Onun vitrininde Oğuz Atay adını taşıyan büyük boy Topografya kitabı vardı. Çetin Özbayrak'ı aradıktan hemen sonra indim kitapçıdaki Topografya adını taşıyan kitaba baktım. Oğuz Atay'ın doçentlik tezi için yazdığı kitaptı. İTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirmişti. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesiydi.
Tutunamayanlar'la Sinan Yayınları'nda buluştuk. Odama geçerek okumaya başladım. Okudukça beni sardı. Çıkış saatime kadar durmadan okudum. Telefonlara yanıt vermiyordum. Romanda derin izler bulmuş gibi yol alıyordum. Sanatın hemen her dalında yenilikleri sever onlara özen gösterirdim. Okudukça ilgim artıyordu. Akşam olunca aldım kitabı poşete koyup Nişantaşı'ndaki evime götürdüm. Evde de okumaya devam ettim. Gecenin ilerleyen saatlerinde okumayı bıraktım. Ertesi gün devam ettim okumaya. İkinci gün artık sonuna yaklaşmıştım. Kararımı verdim. Tutunamayanlar'ı yayınlayacaktım. Oğuz Atay'ı aradım telefonu yoktu. Yeniköy'de Mimarlar Sitesi'ne taşınmıştı. Siteye henüz telefon bağlanmamıştı, hiçkimse de telefon yoktu. Üçüncü gün Yıldız Teknik Üniversite'sini aradım. Yarın dersleri olduğunu ve orada olacağını asistanı söyledi. Adımı ve telefonumu verdim. Beni aramasını rica ettim. Çok uygar ve kültürlü bir yazar olduğunu, mesleğinde de başarılı bir öğretim üyesi olarak parlak bir geleceği vardı. Beni aradı. 'Ben Oğuz Atay, beni aramışsınız' dedi. 'Oğuz Bey, Tutunamayanlar'ı okudum çok beğendim. Görüşelim en kısa zamanda bu romanınızı yayınlamak istiyorum' dedim. 'Yarın size gelebilirim, bugün akşama kadar doluyum' dedi. Dersleri vardı. Ertesi gün dediği saatte geldi yayınevinde buluştuk. Romanla ilgili görüşümü ve düşüncelerimi söyledim. Elimde notlar vardı. Gözleri parladı. 'Yayıncı olarak bir siz beğendiniz bu romanımı' dedi. Uzun uzun konuştuk. Gözleri parlıyordu. Yayıncı olarak beğenmeyenlerin hangi yayınevleri olduğunu sordum. Biraz aşağıda Ankara Caddesi üzerinde Remzi ve İnkılâp Kitabevi vardı. Remzi Kitabevi'nin kurucusu Remzi Üliç'ti şimdiki yöneticiler değil. Ama Remzi Yayınevi'nin danışmanlığını Fakir Baykurt yapıyordu. Tek seçici oydu. Sevdiğim bir yazardı Fakir Baykurt. Ne var ki Tutunamayanlar'ın yayınlanmasını uygun bulmamıştı. Biraz aşağısında İnkılâp Kitabevi de yayınlamaya değer görmemişti. Yeri gelmişken hepsini söyleyeyim. Bilgi Yayınevi de geri çevirmişti. Attila İlhan'dı bu kararı veren. Oğuz Akkan'ın Cem Yayınevi de yayına almayanlar arasındaydı. Bir gün sormuştum May Yayınları'nın sahibi Mehmet Ali Yalçın'a. İnsan olarak Babıali'nin yayın alanında önde geleniydi. Basmama nedenini sorduğumda yanıt vermedi. Atilla Tokatlı mı beğenmedi, Selahattin Hilâv mı yoksa Hasan İzzettin Dinamo mu? Yok öyle bir şey dedi, gel bir kahve içelim diye konuyu değiştirdi. Bunları yazıyorum çünkü hiçkimsenin etkisinde kalmadan kitabı ve Oğuz Atay'ı bulup Tutunamayanlar'ı yayınlama kararını kendim vermiştim. Bu ayırt edici görüşümde farklı sanat dallarıyla uğraşmamında etkisi olduğunu söyleyebilirim..."
Böyle anlatıyordu kitabın Sinan Yayınlarından çıkmasına vesile olan Hayati Asılyazıcı.
 

 Tutunamayanlar

      Tutunamayanlar'da dil, roman kahramanlarının mücadele ettiği(boşuna bir mücadeledir bu) tek hasımdır. Roman başlığında da açıkça ima edildiği gibi, anlatı, içerdiği üslup karışımıyla, aslında tutunamamaktadır: Baltalar, keser, ayırır ve tutarlı bir yapı oluşturmamak üzere tasarlanmıştır. Karakterleri parçalara ayırır, hayal edilebilecek tüm diyalog biçimlerine engel olur; hiçbir güvenilir bilgi içermez; yalnızca yarım kalmış metinlerde kendisi olarak yer alır; akla uygun, ikna edici tüm ifade, mübadele ya da iletişim girişimlerinde yenik düşer, ta ki baş kahraman Turgut ve ikizi arasında başlayan şizofrenik diyolağa kadar. Atay'ın Tutunamayanlar'daki dili kasten gürültülüdür, hatta kakafoniktir; yüksek seslidir, şiddetli, aceleci ve hedefsizce saldırgandır.
      Selim Işık, başkalarının dilinin parodisinden başka bir şey olmayan bu yamalı dilin mecburu ve perişanıdır. Gecikerek modernleşmiş bir ülkenin kültürünün mirasçısı, "az gelişmiş bir babanın az gelişmiş oğlu"dur. Bu gecikmişlik ve geriliği aşamadığı sürece, kendine ait bir dil yaratamayacağını bilir. Bir yandan da Batı kültürünün doğal bir mensubu olduğu duygusuyla bu kültürün temsilcilerince ciddiye alınmama korkusu arasında sıkışır ve hareket alanını yitirir. Bu ötelenmenin sorumluluğunu ise kısmen ve nefretle, devraldığı geleneğe atmak ister. Ancak bu az gelişmiş babalardan kalma mirası reddiyesi Selim'e değil, "takib-i macera-i Selimdir bütün şiir" diyen Turgut Özben'e düşecektir: "Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim." (Tutunamayanlar, sf.550) Turgut, ancak bu mirası reddettikten sonra yazarlığa geçiş yapabilecektir. Tarihi kendiyle başlatmaya mecburdur, evet; ama bir varsıllıktansa bir yoksulluğu ifade eden bu "az gelişmiş" mirasın yükünden de kurtulmuştur.
      Hiçbir şeye yetememe endişesiyle, yazdığı her şeyi yarım bırakan Selim ise kendi ölümünü de anlatma endişesinin son halkası haline getirir. Selim "her işinde olduğu gibi, şarkıları yazamaya da bir Türk gibi başlamış ve bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen, İngiliz gibi bitirememiştir.(Tutunamayanlar, sf.159). Sorun başlangıçlarda değil, başlananı sonlandıramamadadır. Her şey eksik kalmaya mahkumdur. Bir sona götürülmeye kalkışıldığı anda ucuzlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalan sayısız söylem katmanının üst üste yamanmasından oluşan unufak bir dildir onunki. Bu farkındalıkla yaşar, bu eksiklik duygusuyla başa çıkabilmek için dünyayla kurduğu dilsel bağı ironiden bir kalkanla savunur: "Selim Işık, dünü bugünü yarını işte bu ortam içinde öldürdü. Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü. Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı, ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı, ucuz ucuz ucuz ucuzdu, dalgın, sinirli, suskun, huysuzdu"(Tutunamayanlar, sf.127)
 
      Konuşmakla olmak arasındaki orantısızlık Tutunamayanlar'da derin ve ağırdır. Kahramanlar konuşarak var olur. Eylem ve insan ilişkileri ancak tali bir öneme sahiptir. Selim bu durumun en uç temsilcisidir. Konuşmak, düşünmek ve okumaktan ibaret olan hayatının karşısında mutlak bir mahrumiyet vardır. Karar almak ve eyleme geçmek korkusu öyle ağır basar ki hayata dahil olamaz. Bu dünya sancısı nedeniyle Selim hayata katılmamış, katlanmıştır.
       Tutunamayanlar, bir intihar mektubuyla başlar. Selim'in mektubunu okuyan Turgut, artık bu dünyaya ait olmayan çünkü yaşamı yadsıyan bu sesin çağrısına bir süre direnir, ama sonra ona kapılır. Arkadaşının intiharının nedenlerini aydınlattıkça evinin dilini yitirir ve dünyayla uzlaşmaksızın orada bir biçimde var olmanın yolun aramaya başlar. Selim'in intiharı her ne kadar onun adım adım ilerleyen depresyonunun, içindeki o "değişmez, bükülmez çekirdek"in onu kaçınılmaz bir biçimde götürdüğü karamsar sonun anlatımı olsa da, temelde, eylemselliğe çağrı niteliği taşır. Tutunamayanlar'da intiharın asıl işlevi budur. Selim'in intihar mektubunu okuyamayız, ama romanın kendisi bu mektubun işlevini görür. Yani Selim'i intihara götüren sürecin ipuçlarını verir. Tıpkı bizim gibi bir oku olan Turgut da Selim'in vedasındaki işaretleri bulup okuyarak alternatif bir hayat dilinin olanaklarını araştırır.






      Ne Yapmalı?

      Oğuz Atay marksist düşünceden etkilendiği yıllarda "Ne yapmalı?" başlığıyla bir el kitapçığı yazar. İçeriği bakımında toplumsal bir yönelim düşüncesi yerine bireyin iç dünyasının düzenlenmesine yönelik bir "Ne yapmalı?" yazısı ortaya çıkınca solcu arkadaşları onu pek dikkate almaz. İnsanların maddesel düzlemde sahip oldukları her şeyin eşit olarak paylaşılmasından yola çıkan, kimi yerde kutsal kitap etiğiyle koşutlanabilecek bir içeriğe sahip olan sosyalist ideolojinin toplumdaki öncülerinin çoğu, daha ilk adımda kişilik zayıflıkları göstermişlerdir. "Ne yapmalı"nın yazarı Oğuz Atay'ın da metninde söylemeye çalıştığı budur. Çevresine ve oluşturdukları birlikteliğe olan inancı ne ölçüde güçlüyse, yaşadığı olaylar sonucunda dibe vuruşu da diyalektik olarak o ölçüde güçlü olur Atay'ın: ülkesinin aydınına olan güvenin yitirir. O kitapçık Atay'ın geride bıraktıkları arasında yer almaz. Ancak Tutunamayanlar'da Selim Işık "Ne yapmalı?" başlığı altında bir yazı yazar.
      Turgut Özben'in peşine düştüğü metinler arasında, Selim'in yazmaya başladığı ve tabii ki yarım bıraktığı "Ne yapmalı?"nın ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu metinde Selim, kurulu düzene kayıtsız bir suskunlukta teslim olmak ya da köklü bir eylem gerçekleştirip düzenin dışına çıkmak üzere kafa yorar. Çözüm, değişimi öncelikle bireyin yaşantısında başlatmaktır. Ancak bu metnin Tutunamayanlar'da teşkil ettiği yerin önemi salt içeriğiyle açıklanamaz. Çünkü Tutunamayanlar'ın yoğun metinlerarası göndermeleri arasında bu metin, Hamlet'in ünlü tiradının başlangıcını da anıştırmaktadır:
      "Ne yapmalı?" Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?"(Tutunamayanlar, sf 95)
      Uğradığı haksızlığın acısıyla her gece sabaha kadar bir parya gibi dolaşan, kendi işini kendi göremeyen, yitik ve zavallı bir hayalet babanın oğlu olan Hamlet'in, Selim Işık için önemi açıktır. Hamlet'in babasından devraldığı tek şey adaletsizlik ve iktidarsızlıktır. Kararsızlığın ve eyleme geçemeyişinin temelinde de eksiklik ve haksızlığa uğramışlık duygusu yatmaktadır. "Ne yapmalı?" sorusu, kendi açmazlarının ve sıkışmışlığının nedenini çoktan bulgulamış kahramanın bir sonraki hamleye geçmeden önce sorduğu ilk sorudur.
      Çevresel koşulların "renksiz, kokusuz, miskin" bir varlığa dönüştürdüğü birey, çevresel koşullarla ima edilen düzenin dışına çıkmadığı sürece yaşama alanı da bulamayacaktır. Selim Işık "bir doğa varlığı gibi" doğuştan bir tutunamayan, bir ex-centric olduğu için düzenin içinde soluk alamamaktadır. Düzenle arasındaki çatışmanın olmasının ve eyleme bir türlü geçememesinin nedeni de budur. Turgut ise Selim'in intihar nedeninin peşine düştüğünde, roman boyunca "Selimlik" diye adlandırılan, fragmanlara bölünmüş, bir bütünden çok parçaları eksik bir yapbozu anımsatan ana metnin okuru olmuştur artık. Zamanla bir hakikat arayışına dönüşen bu okurluk serüveni, Turgut'u içinde bir "Yumuşaklar Kralı" olarak hüküm sürdüğü düzenden uzaklaştıracak ve böylece Turgut her yeni metni bulup çıkardığında, kurulmuş bir düzeni bozarak ilerleyecektir. Selim için bir tercihten çok kendi doğasının zorunlu bir getirisi olan tutunamama, Turgut'un durumunda bir tercih, hatta bir görev, yani bir eylem halini alır. Selim'in yarım bıraktığı, çünkü bitirmeye gücünün yetmediği dili Turgut tamamlayacak, yaratmaya gücünün yetmediği dili Turgut yaratacaktır. Zamanla, evinin dilini bile isteye terk edip soytarının dilini konuşmaya başlayacaktır.
"Yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? Öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap. Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?"(Tutunamayanlar, sf 698)







Oğuz Atay ile Tutunamayanlar Üzerine Bir Röportaj 

1970 TRT Roman Ödülü’nü kazanan ilk romanınız Tutunamayanlar’a karşı eleştirmenlerimiz genellikle yaklaşmaktan kaçınır bir tavır takındılar. Romanınızı ödüllendiren TRT seçici kurul üyesi edebiyatçılarımız da bu suskunluğa katılır göründüler. Tavrı bütün olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım, bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz yeni bir kalıp bulamadılar.

Oğuz Atay, romanınızın yapı, içerik ve anlatım çeşitliliği bakımından alışılandan farklılığı hemen dikkati çekiyor. Anlatım özelliğindeki değişiklikler, sıçramalar ve hız okurun romana girmesini bir ölçüde güçleştirmiyor mu? Bu, okurla aranızda kurmak istediğiniz bağ bakımından düşündürücü değil mi?
Ülkemizde okur sayısı oldukça düşük. Büyük kalabalıklarla bağ kurduğu sanılan romanların bile aydınların dışında bir okuyucu kütlesi bulunduğunu sanmıyorum. Üstelik aydınlar, bir de kendileri hakkında yazılanları okumak zorunda. Bu bakımdan benim gibi yeni yazmaya başlayan birini arayıp bulmak ve alıp okumak zahmetinin üstesinden gelmiş okuyucuların, ilk bakışta yorucu görünen sayfalar arasında güçlük çekmeyeceğine güveniyorum. Okur yazarı az olan ülkemizde bile, okuyucular böyle bir kitap yayımlandığını haber alırlarsa, birçok yazarımızın aklından bile geçiremeyeceği bir yetenekle daha neler neler okuyabileceklerine inanıyorum. Okuyucuyu yeteneksiz sayarak yazmak istediklerini sadeleştirme çabasına girişenlerin de neden oturup yazdığını anlamıyorum.

Tutunamayanlar ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?
Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, “Peki herkes ne yapıyor?” diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum. Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok. Ya da insanlara, özellikle tutunamayanlara saygım büyük olduğu için, acıyorum onlara; böyle büyük büyük meselelerin makale, inceleme, deneme gibi yazı türlerinin konusu olduğunu sanıyorum.

Tutunamayanlar’dan Selim Işık kimdir?
Selim Işık, birçok tutunamayanın bileşkesidir. İntihar eden bir arkadaşım, Ural var; ama bütünüyle Selim Işık o kadar değil. Belki ben varım (bu cümleyi yazmayın). Adlarını yazmanın sakıncalı olduğu birçok arkadaşım var. Herkesin “tutunan” olmak istediği bir ülkede tutunamayanlığı seçen Selim Işık’la yakınlığının olması birçok kimseye dokunur diye onların adlarını saymak istemiyorum. Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım.

Ya Turgut Özben?
Turgut Özben’in durumu farklı bir bakıma. Turgut, bütün çabasına rağmen tutunamıyor. Bu açıdan Selim kadar akıllı değil. Belki de Turgut, bir kişinin, bir tutunamayanlar prensinin ortaya çıkarak, hepsi adına sonuna kadar dayanmasını istediği için kata, arabaya ve küçük burjuva nimetlerine boş verip tutunamamayı seçiyor. Selim’le birlikte Selim öldükten sonra yola çıkıyor. Son olarak bir trende görmüşler onu. Belki yolculuğu bitmemiştir daha.


Bir de hikâyeniz yayımlandı. Yeni Dergi’nin, Eylül 1972 tarihli sayısında. Roman ve hikâye bağlantısı üstüne düşündükleriniz? Bugün hâlâ ayrı türler olarak tanımlanabilir mi?
Bugünlerde hikâye yazıyorum. Kısa yazmaktan başka bir meselem yok; çünkü 60 sayfalık bir hikâye yazdım, bastırması güç oluyor dergilerde. Romanda şiir, oyun, makale (hepsi uydurma elbette) gibi birçok türden yararlanmıştım. Romanın bu bakımdan hikâyeden farklı imkânları var herhalde. İkinci romanım Tehlikeli Oyunlar’da özellikle oyun parçaları var. Bunun dışında, bu iki tür arasında farklar varsa onu eleştirmenler daha iyi bilirler.

Yazarlarınızı açıklar mısınız? Neden sevdiğinizi, gerekçeleriyle?
Sevdiğim yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’yi sayarsam, Tutunamayanlar’ı okuyanlar için şaşırtıcı olmaz herhalde. İnsanı, bu arada Selim Işık’ı yalnız bırakanların dünyasında böyle yazarlara da tutunamazsak sonumuz ne olur? Gonçarov’un Oblomov’u, bir zamanlar hepimizi çok sarsmıştı. Stendhal, Laclos, George Eliot, Henry James, Melville, Nabokov gibi ustalardan da etkilendiğimi sanıyorum. İnsan roman yazmak istediğinde bir yazarın dediği gibi, başka romanlara heyecan duyarak kapılıyor. “Hayatı roman” olanların yazdığı pek görülmüyor.








      Oğuz Atay 1968 yılında, Sevin Seydi'yle paylaştığı Beyoğlu’ndaki evde Tutunamayanlar romanını yazmaya başladığında, Türk edebiyatında o güne değin birkaç kez hafifçe aralanmasına karşın kimsenin açamadığı bir kapıyı ardına kadar açtığının bilincindedir. Bu, 20. Yüzyılın ilk yarısında batı edebiyatında gerçekleştirilmiş olan ve daha sonra modernizm adını alan büyük estetik dönüşüme açılan yolun kapısıdır. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında yeni bir romantizm ve biçimcilik anlayışı ile birlikte ortaya çıkan ve geleneksel estetik ölçütleri tersyüz eden bu gelişme, edebiyatta köktenci bir yeniden yapılanmayı birlikte getirdiği için bir devrim olarak da adlandırılır. Joyce, Kafka, Proust, Musil, Woolf, Faulkner gibi edebiyat sanatçılarının başı çektiği yolda giderek ivme alan bu yeni kanon, edebiyatı farklı bir boyuta taşırken, kendi kabuğunun içinde dış etkenlere kapalı Türk edebiyatı, olan bitenden fazla etkilenmiş görünmüyordur.
      Tutunamayanlar, zamansal art ardalığın montaj kalıplarıyla delindiği, iç ve dış dünyalar arasındaki sınırların ortadan kalktığı, farklı ontolojilerdeki gerçeklerin farklı biçim ve anlatım öğeleri aracılığıyla aktarıldığı bir romandır. Bu metnin odağına yerleşen, toplumsal sorunlar değil, insanın iç dünyasıdır. İnsan bilincinin kıvrımları, bilinçaltının labirentleri ve Carl Gustav Jung’un deyişiyle, onun “ortak bilinçaltı”nın arketipleri imgeleşiyordur roman dokusunda. Roman, çeşitli gerçeklik düzlemleri ve ontolojik katmanların iç içe geçtiği kaygan bir zemin üzerinde yol alır. Atay metnini, bir sonraki romanında da kullanacağı, üç anlatı düzleminden oluşan bir ana yapı planının üzerine oturtur: 1) Metnin reel gerçeklik düzlemi: Turgut’un, Selim’in ölüm nedeninin ardına düşüp onun çevresiyle konuştuğu bölümler; Turgut’un yolculuğu ve çerçeve metinler (romanın başındaki açıklamalar ve romanın sonundaki Turgut’un mektubu). 2)Roman kişilerinin yazdığı metinler: Şarkılar, açıklamalar, günlük notları, ansiklopedi maddeleri... 3)İç dünya düzlemi: Anılar, iç konuşmalar… Ancak bu düzlemler, romanda kesin sınırlarla birbirinden ayrılmış değildir, birçok yerde birbirinin içinde erir. Örneğin, ilk bölüme koyduğumuz Turgut’un yolculuğu reel düzlemde yapılıyor gibi görünse de bir iç dünya yolculuğu olduğundan aynı zamanda üçüncü bölümün de bir parçasıdır. “Metnin reel gerçeklik” bölümünde sınıflandırdığımız çerçeve öyküler de yine böyle bir karakter gösterir. Romanın üstkurmaca yapısının bir ürünü olan, yalnızca  Selim ve Turgut’un değil, metnin dışına çıkarak meta düzlemde Tutunamayanlar'ın da öyküsünü anlatmayı amaçlayan bu çerçeve metinler, aynı zamanda roman kişileri tarafından üretilmiş olduğundan, ikinci bölümün de ürünüdürler. Tüm gerçekliklerin birbirine karıştığı bu kaygan zemin, her türlü sistemleştirme denemesine karşı koyar.
       Böyle bir metnin, geleneksel romanlarda olduğu gibi, belirgin bir anlamı okuruna mesaj niteliğinde iletesi olanaklı değildir. Roman, alışılmışın tersine, içinde etik ya da ideolojik bir mesaj taşıyan, “acaba sonu ne olacak” diye merak eden okurun soluk soluğa son sayfaya ulaşmaya çalıştığı bir öykü anlatmıyordur. Gerçi yazar bir öykü anlatıyor gibi yapıyordur ama 668 sayfalık bu romanda anlatılan, bir iki tümceyle özetlenebilecek hafiflikte, hiçbir heyecan/gerilim taşımayan ve yarıda kalmış izlenimi uyandıran bir öyküdür. “Turgut, arkadaşı Selim’in intihar ettiğini öğrenir, bunun nedenini bulmaya çalışır, sonra kendisi de ortadan kaybolur”.
      Bu iskelet öykü çevresinde ise alışılmadık bir dil kalabalığı içinde metinler metinleri doğuruyor, yazar kabına sığmaz bir biçimde dille oynuyor, anlatmanın çoşkusunu yaşıyordur. Oğuz Atay, yaşamından toplayıp bilincinde biriktirdiklerini: yaşantılarını, anılarını, duygularını, düşlerini, düş kırıklıklarını, özlemlerini, yaşadığı kentin/ülkenin/toplumun renklerini; ilk gençliğinden bu yana okuduğu sayısız kitaptan sıradışı alım gücüne sahip belleğine kaydettiği bilgileri, tekerlemeleri, şarkı sözlerini, şiirleri, romanların etki alanının içine çeken kurgu/biçim/dil oyunlarını, motif parçacıklarını kendi yaratıcılığının süzgecinden geçiriyor; onlardan, her satırında kendi imzası olan yepyeni, alışılmadık bir metin üretiyordur. Bu kabına sığmaz metin; tüm yaşam birikiminin, - romanın oylumu göz önüne alındığında- bir yıl gibi çok kısa bir sürede, büyük bir hızla, hiç beklemeden artistik potaya boşaltılmasıyla oluşur; 34 yaşına değin sanatsal gücünü hiç dışarıya sızdırmadan içinde saklamış yaratıcısının edebiyat alanındaki ilk ürünü olmanın çoşkusunu, kalabalıklığını ve acelesini içinde taşır.

      Oğuz Atay’ın Olric’i gerek efendi-uşak ilişkisinin neden olduğu gerekse Olric isminin getirdiği ses uyumundan kaynaklanan çağrışımlar nedeniyle çok sayıda metinlerarası yorum alır. Edebiyat bilimci Berna Boran, Charles Dickens’in “Büyük Umutlar” romanındaki Olric’le ve “Hamlet”teki Yorick’le koşutluk kuruyordur. Yazar Orhan Pamuk ise “Olric’in Tristram Shandy’nin Yorick’ine ne kadar benzediğini ek bilgi olarak veriyorum” diyordur. Ekşi sözlük’teki bir okuru “Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ının Ulrich’ini anımsatır Olric” demektedir.  Belki de Oblomov’un Zahar’ı ya da Ivan Karamazov’un sanrısal kişisidir Olric, ya da bunların hepsinin bileşkesinde kurmaca dünyaya gözlerini açmış biridir, hepsinin kurmaca çocuğudur. Oğuz Atay’ın kendisi de metnin içinden oyuna katılıyor, onu edebi çalıntıyla suçlama potansiyelini taşıyan geleneksel edebiyat okurunun/eleştirmenin gözünün içine baka baka Olric’e “yoksa Osric miydin?”(Tutunamayanlar sf.247) diyor, “Hamlet”in Osrick’ine açık göndermede bulunuyordur.


 




Tutunamayanlar Kimlerdir? 


"Tutunamamaktaki asıl mesele en altta olmak değil, en dışarıda olmaktır; oyuna girememektir, oyunda yer alamamaktır. Tutunamayanlar, yanlış yollara koyulurlar ve hedeflerini yoldayken bulmayı umarlar." 
 
      Tam olarak ne olduğu romanda belirgin konturlarla çizilmemiş olsa da tutunamayan kişi, çoğunlukla bir takım ruhsal –kimi kez de maddesel- özellikleri nedeniyle toplumdaki güç/para/prestij çarkının bir dişlisi durumuna gelememiş olan insandır; toplumda tutunamayan biridir. Dürüstlük/çıkargözetmezlik/saydamlık gibi yüce özellikleri nedeniyle yoz bir toplumsal düzene tutunamaması, onu kuşkusuz Selim gibi üst düzey bir tutunamayan yapar. Ama tutunamayanların tümü böyle yüce özellikler taşımazlar. Günlüğünde bu konuda düşünmeyi sürdüren Oğuz Atay şöyle diyordur: “Onların bilinçli olarak sezemedikleri iç dünyalarını biraz anlayabildiğimi sanıyorum. İçlerinde kötülerine de rastladım, ya da çoğunun kötü oldukları anları gördüm.(Günlük sf.254) Kimileri tutunamamayı, kendilerinin isteyerek yaşama geçirdikleri bir erdem olarak göstermek isteseler de “aslında hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir, çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşda –birşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır.”(Tutunamayanlar sf.175). Tutunamamak etik bir kategori değildir. “Tutunamayan olmak iyi midir, kötü müdür” diye bir soru sorulamaz. Çünkü tutunamayanlar başka türlü olamadıkları için öyle olmuşlarıdır. Bir tek bu açıdan birbirine benzerler.
      Toplumdaki normların dışında yaşayan, bir çoğu ruhsal yönden patolojik tanılara açık bu insanların ortak özellikleri, ezildikleri bir toplum düzeni içinde acı çekiyor olmalarıdır. “Selim gibi görünmenin bana neye mal olduğunu bir bilseler. Yatağın içinde büzülmüş bu satırları yazarken nasıl kahramanca bir dayanma gösterdiğimi farketmiyorlar. Kimse karşıdakinin parçalanışını görmek istemiyor” (Tutunamayanlar sf.554) diyordur Selim. Tutunamayanlar, yaşamdan da toplumdan da sürekli dışlanan insanlardır; “cennetteki muhallebici de garson onlarla ilgilenmeyecektir. Ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacaklarıdır. Gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorunda kalacaklardır”(Tutunamayanlar sf.176). Onlar toplumda yer edinemedikleri için zengin değillerdir. Atay da tutunamayanların “hiç olmazsa bir süre için fakirleşmeleri söz konusu”(Günlük sf.254) diyordur. Genelde bedensel ya da ruhsal sorunlar yaşarlar ve çoğunlukla da yaşamdan erken ayrılırlar.
Atay'ca kara-mizah olarak ironik bir şekildeki tanımı "disconnectus erectus"tur.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder